Sıfırcı Kurthan Hoca için

Metin Çulhaoğlu / Birgün

İnsanlar bu dünyadan göçtükten sonra, geriye bıraktıklarıyla ve zamanında nasıl bilindikleriyle anılırlar.

Geçenlerde yitirdiğimiz Kurthan Fişek için de böyle oldu.

Ardından söylenenlere şöyle bir bakıldığında, başta “sıfırcı hocalığı” olmak üzere küfürbazlığı, espritüelliği, içkiciliği ve Ankara sevgisi diğer özelliklerine göre daha öne çıkmış görünüyor. Ha, bir de İstanbul’un üç kulübü Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın sınıfsal geri planına ilişkin değerlendirmeleri artık klasikleşmiş sayılır: Emekçinin Beşiktaş’ı, burjuvazinin Fenerbahçe’si ve aristokrasinin Galatasaray’ı…

İyi hoş da, Kurthan hoca geride sadece bunları mı bırakmıştır?

ODTÜ’de iken, konuyu bir iki gün önceden söylemeleri koşuluyla sınıf arkadaşlarının “paper”lerini bir büyük rakı karşılığı yazıveren, Bertram Wolfe’un (Devrim Yapan Üç Adam) adı geçtiğinde yakası açılmadık bir küfür savuruveren Kurthan hocanın salt bunlarla anılmasını şahsen içime pek sindiremiyorum. “Başka türlü de hatırlanabilir” diyorum ve kendisinden şu uzun alıntıyı yapıyorum:

“Kapitalist özel mülkiyete bir hamlede son vermek mümkün görülmediğine göre, sosyalist ekonomik olgunlaşma sürecinin alt evresinden üst evresine geçiş sırasında, kapitalist özel mülkiyeti tam anlamıyla kamu mülkiyetine dönüştürecek bir ‘geçici’ mülkiyet biçimine gerek duyulmaktadır. Bu geçici biçime, kısaca, sosyalist mülkiyet denilmektedir. Tarihteki sosyalist uygulamalara bakılırsa, sosyalist mülkiyet kavramı, ikili bir mülkiyet yapısını içermektedir: (1) devlet mülkiyeti, yani üretim araçlarının mülkiyetinin devlet tekelinde olması, (2) kooperatif mülkiyet, yani üretim araçlarının kooperatif çiftliklere vb ait olması. Bu iki mülkiyet biçiminden ilki, bir yandan kamu mülkiyetine yakınlaşırken, öte yandan da ekonomik faaliyetin merkezi ve kapsayıcı bir şekilde planlanmasına imkân vermektedir. Buraya bir nokta koymak ve zaman zaman yanlış anlamalara yol açan bir konuya dokunmakta yarar vardır. Bilindiği gibi marksist-leninist öğretide, devlet, daha doğrusu sosyalist devlet, işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi diye tanımlanmaktadır. Bazıları, işçi sınıfıyla sosyalist devlet özdeşleştiği için, sosyalist toplumda, devlet mülkiyetiyle işçilerin mülkiyetinin eşanlama geldiğini savunmaktadırlar. Bu yorum, onları, örnekse belirli bir fabrikadaki üretim araçlarının o fabrikada çalışan işçilere ait olduğunu, dolayısıyla o işçilerin o üretim araçları üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahip bulunduklarını iddia etmeye kadar götürmektedir. Bu durum ise, uygulamada, işletmelerin kendi içlerinden kontrolü gibi hallere yol açabilmektedir. Marksist-leninist öğreti bu noktada son derece kesindir: sosyalist toplumda, devlet mülkiyeti, tek tek işçilerin ya da işçi gruplarının üretim araçları üzerindeki mülkiyeti değil, işçi sınıfının sınıf olarak, devlet olarak mülkiyetidir. Durumu böylesine değerlendirmeyen bir yorum, ister istemez, sosyalist ekonominin ayrılmaz unsuru olan merkezi planlama ve merkezi kontrole, işçi sınıfının ülke kaynaklarını sınıf olarak tekelden yönetmesi zorunluluğuna ters düşmektedir.” (Kurthan Fişek, “100 Soruda Sosyalist Devlet”, Gerçek Yayınları, 1970, ss. 76-77).

Bu alıntıdaki vurgular Fişek’in kendisinindir.

Türkiye gibi bir ülkede bundan 42 yıl önce böyle şeylerin yazılmış olması o kadar sıradan bir iş değildir. Kimi “terimlere” takılanlar çıkarsa, o dönemin TCK 142’sini unutmamalıdırlar.

Neticede Kurthan Fişek geride böyle değerlendirmeler de bırakmıştır ve bunlarla da anılması en azından bana daha “hakkaniyetçi” gelmektedir.

Gerçi yukarıda alıntıda ele alınan konu bugün Türkiye solunda pek tartışılmamaktadır; ama yeri ve zamanı geldiğinde mutlaka tartışılacaktır.

Ancak, kendisi bu tartışmaları izleyemeyecektir.

Yaşayıp izleseydi ve kendince not verme ihtiyacı hissetseydi, herhalde “sıfır” vereceği kişi sayısının bu notu ilk verdiği günlere göre çok daha artmış olduğunu görürdü.