Kurthan’ım

Yalçın Küçük / Aydınlık

İlk kez söylüyorum, “Kurthan’ım”, herhalde sondur, çok sevgi doluydu, bir sabah erkenden aramıştı, “Yalçın’ım, özledim” diyordu, Uğur Mumcu henüz katledilmişti, belki ölüm yarışı oynuyordu, belki self-exile kararımı duymuştu. Karakusunlar Köyü’nde, Villa’da idim, hemen geldi, dikip büyüttüğüm ağaçlara bakarak söyleştik. Güzeldi, son oldu ve “son” Kurthan türü için çok erkendir.
Belki, Aydınlık’ta Cüneyt Akalın hariç, Kurthan hakkında yazılanları okumamış olsaydım, böyle bir obituary yazmazdım; yazık, gazeteci cemaati ve yazarlar, “sıfırdan” ve biraz içkiden başka “bi şi” bulamadılar. “Sıfırı” da anlamadılar; Araplar’ın icadıdır ve büyüktür. Bilemediler, Kurthan militandır. Kurthan kendisine hariç, perfectionistti, “sıfır”, mükemmeliyetten sonsuz uzak kalandır.

Tarihçe

Kısa bir tarih özeti; 1970 yılına geldiğimizde sol bölünmüştü, en kalın bölünme “sosyalist devrim” ile “milli demokratik devrim” yanlıları arasındaydı. “Mdd” çok güçlenmiş, “sd” cılız kalmıştı. Biz, Kurthan, sosyalist devrimi savunuyorduk. 1960 öncesi “Fikir Kulübü”, ben başkanıydım, sonra “Sosyalist Fikir Kulüpleri Federasyonu” olmuştu, “Sosyalist Türkiye” diyorduk. Zaman geldi, bizi geçtiler, Devrimci Gençlik Dernekleri ve “Dev-Genç” oldular; Ertuğrul Kürkçü, Doğu Perinçek sırayla başkanlık yaptılar. Dev-Genç, milli demokratik devrimci idi, “Bağımsız Türkiye” şiarını yüksek tutuyordu. Çok ayrılmıştık. Biz Hemingway’in balığına benzemiştik, ufaldık.

MDD’den Baas’a

Milli Demokratik Devrim programını Türkiye’ye, Mihri Belli’nin getirdiğine inanıyorduk, Laz İsmail’in, Leipzig’den gönderdiği kesindir. Sovyet politikası idi, Mısır’da Nasır, Irak’ta Kasım, ancak en mükemmeli, Suriye’de Esad, milli demokratik devrimi gerçekleştirdiler. Sırada Türkiye vardı, Sovyetler Birliği Doğan Avcıoğlu’ndan bir Baas iktidarı bekliyordu. Şimdi bu arada bir not düşüyorum, benim Baas’a itirazım yok, ancak 1970 Haziran’ında, uzun bir ayrılıktan sonra, İngiltere’den döner dönmez, Doğan’ı bulmuştum, “Doğan, tutamazsın” dedim. Yapabilirdi, ama tutamayacağını mutlak görüyordum. Ellerinde kaldığını artık biliyoruz. Doğan çok nazikti, bana çok kızmıştı, hatırlıyorum.

Türkiye’yi sarsan on yıl

Ne diyebilirim, 1961-1971 dönemi, “Türkiye’yi Sarsan On Yıl”, en güzel gençlerimiz, Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş, bizden kopmuşlar, mdd’yi savunuyorlar. Şimdilik az isim veriyorum, Kurthan Fişek, Sadun Aren, Yalçın Küçük ve tabii Behice Boran, Çalışma Bakanlığı’nın karşısında Emek Dergisi’ni çıkarıyorduk ve “Sosyalist Türkiye” çığırıyorduk. Ve iki taraf da uçlarımıza doğru savruluyorduk. Deniz Gezmiş az yazardı, Mahir Çayan sadece feodalite görüyordu, her yer köylü idi, kurtuluş kırlardaydı, pratik budur. Biz, kapitalizmin ilerlemekte olduğunu ileri sürüyor, köylü değil, işçi görüyorduk, kurtuluşumuz şehirlerdedir. Ve işte Kurthan buradadır. Emek Yazı Kurulu’ndaydı, bir gün, “1453 yılından beri kapitalizm var” yazmazsak ayrılacağını ilan etmişti, Kurthan’ın sıfırı budur. Her yerdedir. Uçlarda düşünen adamdır. Yatıştırdım, bir orta yol bulduğumuzu biliyorum.
***
Avcıoğlu-Madanoğlu hareketinden devrim bekliyorlardı, “kurtuluş” geliyordu; ama biz, kısaca Kurthan’ım ve Yalçın’ım, “gelen faşizm” diyorduk. “Faşizme hayır” afişleri hazırlandı, duvarlara yapıştırıldı; Kurthan afiş yapıştırmaya çıktı mı, bilmiyorum. Ama militandır, sıfır’a bir meyli var, biliyorum. Budur. Ve o tarihte Kurthan Siyasal’da, ben Odtü’de öğretim üyesiydik. Demek biz buyuz.

Üç profesör, bir aile

Tübitak kuruluyordu, biz Planlama’da idik, gereksiz görüyorduk, istemedik, kuruldu; Cahit Arf, Erdal İnönü, Bilim Kurulu’ndaydı, deyim uygunsa, ben o zamanlar kısa pantolonluydum, Başbakanlık adına Bilim Kurulu’nda danışmandım. Profesör Nusret Fişek, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı idi, Bilim Kurulu’ndaki danışmanlardandır. En çok Nusret Hoca ile konuşurduk; Cumhuriyetçi, devrimci, emekten yana bir devlet adamıydı. Kurthan’ın küçüğü Gürkan da aynı yoldaydı, herhalde şimdi tıp profesörüdür. Demek, baba ve iki oğul profesördüler. Aile budur.

Yazarlığa hazırlık dönemi

Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olduğumda Kurthan mezun olmuştu, ama rüzgarı hala esiyordu. Biz Odtü’de, öğrencilerimize araştırma ve seminer ödevleri verirdik, araştıracaklar, güzel yazacaklar; sonradan ben de öğrendim, arkadaşlarının paper’larını hep Kurthan yazarmış, öğrenciliğinde yazarak çok para kazandığı rivayeti yaygındı. Kurthan öğrenciliğinde, sözcüğün bozulmamış anlamında, bir efsanedir. Yazarlığa, arkadaşlarının ödevlerini hazırlayıp yazarak başlamıştır.

İki parlayan yıldız

Bir yerde Mümtaz Soysal ile benzer, profesörlük her ikisinde de sadece bir etikettir ve her ikisi de aslında sadece gazetecidir. Hem Mümtaz’ın, hem Kurthan’ın tarik-i ilm’de bir iddiaları olamaz, yoktur. İkisi de çok parlaktılar, akademik kariyer her ikisine de, bir gazeteci için gerekli genel kültürü vermiştir. Çok güzel, her ikisi de bilimden çok gazetecilikte parladılar. Üye veya sempatizan, her ikisi de Türkiye İşçi Partisi’ne yakın oldular. Askeri müdahaleleri sevmediler, zorunluluk bildiler. Ve tabii, çok başarılı “hoca” idiler, derslerinin tadına doyulmadığını biliyoruz. Yalnız ekliyorum, “iyi hoca” olmak mı, öğrencini sevmek, genel kültürlü ve dünyalı olmak yeterlidir. Her ikisi de bihakkın öyledir. Marx’ın işaretini iyi bildiler, dünyevi olan “her şey” ile ilgilendiler.

Alpagut Olayı

Alpagut’u bilen var mı, maden ocağı vardır, büyük direniş oldu, yalnızca yerel bir küçük gazete yazmıştı. Kurthan bunu elde etti, aldı ve İngilizce sözcükle reconstruct etti, yeniden yazdı ve sonra tiyatro yaptılar. Kim yaptı, şimdi hatırlamıyorum, ancak dekoru ile, oyunu ile bir büyük trajedidir; hala gözümün önündedir. Kurthan’ın harika işlerinden birisidir. Tiyatroya tutkunum, Alpagut Destanı, gördüklerimin en iyileri arasındadır.

İki bozulmaz adam

Robespierre’e “incorruptible” derler, “bozulmaz” anlamındadır, öyle olmayı kim istemez ki; ve ben iki adam biliyorum, “bozulmaz” beyinleri vardı, her ikisi de bozulmazı bozmayı denediler. Can Yücel ve Kurthan Fişek, güzel ömürlerinin pek önemli bir döneminde hep beyinlerine suikast yaptılar ama bozamadılar. Ne müthiş adamlar, pırıl pırıl beyinleriyle gittiler.
Ama yine de her ikisi için çok erken, diyorum. Ne yazık artık Can’sız, Kurthan’sız bir Türkiye’deyiz. Belki Kurthan ile az yaşadık, hayır çok yaşadık. Çünkü dolu dolu yaşadı.

İlber’e hoş-çıktın

Bir, “Kurthan’ım” yazısını bitirmiştim ki, Mehmet Perinçek, “Bora” adı daha güzel, Milliyet’te İlber Ortaylı’nın “Unutulmayacak Bir Portre” yazısını getirdi, gazeteci cemaatine örnek olmalıdır. Hiç bilmiyorlarsa, neden yazıyorlar, çünkü bunlar da bir cemaattir. Cahiliye Devri’ndeler.
İlber’in yazısı kısa ama harika. Kurthan’ım İdari Bilimler’de, bizde idi, mühendislikte okuyan arkadaşlarına dahi ödev yazdığını söylüyor ki, teyit etmektedir. Ayrıca İlber, Kurthan’ın “hassas insanlara karşı son derece zarif” olduğunu da kaydediyor. Ben, bana “Yalçın’ım” demesini yüksek bir zarafet ifadesi sayıyordum. Ancak “Kurthan’ım” sözü ile mukabele edebilirim. Ne yazık, sondur.
Edebiyat notları
Bu parazitizmin en yüksek aşamasında yaşayanlar, bir obituary nasıl yazılır, İlber Hoca’dan öğrenmelidirler. 23 Eylül 2012, Milliyet-Pazar Eki’nde yer alıyor. Güzel.
İki, İlber’in Topkapı Sarayı’ndan ayrılmasına sevindim, karşımızda bir “İlber Ortaylı” var. Aynı yerde Orhan Pamuk üzerine notunu da okuyoruz, derstir. Acımıyor.
Pamuk press
Peki, yazmasını bilmez birisi nasıl Nobel alıyor, alır; Pamuk’un ne olduğunu ben çıkarmıştım. Ayrıca, Nobel’de Türkçe değil, İngilizce okuyorlar ve çevirirken yeniden yazıyorlar. Çevirenler, en azından, İngilizce biliyorlar.
Son nokta mı, meraklıyım, Yaşar Kemal’in bazı romanlarını Fransızca çevirisinden de okumuştum. Bizimkine hiç benzemiyor. Güzel, işte dünyamız budur. Başka metinlere Nobel veriyorlar.

Unutulmayacak bir portre

Siyasal Bilgiler Fakültesi ilginç öğrencilerin ve öğretim üyelerinin toplandığı bir kurumdu. Kendine özgü bu insanların içinde Ankara’nın ve Türkiye’nin en özgün kurumlarından biri olan Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu bir asistan vardı. Öğlen voleybol oynar, akşam birasını içer, dergilere siyasi yazı yazar, münakaşa yapar ve bir köşede de okur, yazardı. Hiç unutmam; bir ay kadar ortadan yok olduğu bir vakitte Ümit Hassan kendisine takılarak; “Üstadım birkaç haftadır ortalarda yoktun, bir kitap mı çıkardın acaba?” deyince, eliyle “üç” işareti yaptı. Gerçekten de spor yönetimi kitabıyla birlikte iki risale daha çıkarmıştı. Talebeliğinden beri meşhurdur; Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde İdari Bilimler Fakültesi’ndeyken mühendislikte okuyan arkadaşlarının dönem ödevlerini yazdığı bile olurmuş. Kurthan’ın önüne konuyla ilgili literatür koyun; ne olursa olsun okur, bitiştirir, şema çıkarır ve metne dökerdi. Bunu her iki dilde de yapardı. Kısacası özgün, yetenekli ve zeki insandı.
Kurthan’ı ilk anda gören onu külhani ve etrafa aldırış etmez bir genç olarak düşünebilirdi; oysa insanları dikkatle gözden geçirir, kabalık yapana kabalıkla cevap verir, korsanlığa taviz vermez, hassas insanlara karşı ise son derece zarif de olabilirdi. Bir köşede duranın tevazunu da onun aczine yormayan nadir Türk vatandaşlarındandı. Değeri olan kişiyi mutlaka anlardı, açıkça saygısını belli ederdi. Sınırsız okuyan ve yazan bir gençti. Gençti diyorum hep öyle kaldı ve galiba Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Kamu Yönetimi”nin “Kamu Yönetimi” olarak anlaşılıp okutulması ilk defa onun yorumunun ve çalışmasının eseridir. Telaşlı bir tipti. Sınırsız çalışır, sınırsız konuşur, suskunluğu da sınırsızdır. Bu yorucu hayat onu erken yıprattı. Devlet Balesi sanatçılarından eşi Neyran’la dikkatli, hassas ve insanların aradığı bir çifttiler. Mutlaka Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin, çok sevdiği Ankara’nın ve basın dünyasının unutamayacağı portrelerden biri olarak anılarda kalacak.